Kur’an’da İstanbul’un Fetih Tarihi Yazıyor Mu?

0
827

Efendimizin övgüsüne mazhar olan bu şehir çok farklı şeyler yaşamış ve türlü hadiselerle karşılaşmıştır.

Peygamber Efendimiz, “Konstantiniyye elbet fetholunacaktır” diyerek, fethi; vücuda gelmesinden sekiz asır önce müjdelemişti. Peki İstanbul’un fethi Kur’an’da da müjdeleniyor muydu?

Ardı ardına gelen “Sahâbî Orduları”nın uzun çölleri aşarak üç bin kilometrelik bir mesâfeyi katedebilmeleri, hep bu şerefe nâil olabilmek içindi. Surların dışı, Eyüb civârında sayısız sahâbîye mübârek bir medfen olduğundan Osmanlı zamanında aynen Mekke ve Medîne gibi buraya gayr-i müslim ayağı bastırılmazdı. Çünkü bilinen yirmi-otuz sahâbî kabrine ilâveten bilinmeyen binlercesinin mevcûdiyeti, târihî bir hakîkattir.

KUR’AN’DA İSTANBUL’UN FETİH TARİHİ YAZIYOR MU?

Her gücü yeten mücâhidin hayat ve emellerinin ufku olan bu şerefli fetih, 1453 (Hicrî 857) yılında hayatının baharını yaşayan Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri’ne nasîb olmuştur. Çünkü vakit artık tamamdı. Fetih daha fazla gecikemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’in sırrında fethin vakti gelmişti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’deki « …tertemiz güzel belde… » (Sebe’,15) ibâresi, Allâme Molla Câmî’nin tespitine göre; ebced hesâbıyla 857’ye (Milâdî 1453’e) tekâbül etmektedir.

Bunun yanında beklenen netice için hem zâhirî ve hem de bâtınî sebepler kemâle ermişti. Şöyle ki:

Fâtih ve askerlerinin asıl gücü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müjdesinden başlayarak, binlerce mücâhidin ulvî bir heyecan seli hâline gelen arzularının neticesi olan, âdeta Bârigâh-ı Ulûhiyyet’e yükselen -duâ ve fiilî hareket olarak- müstecâb ilticâlardan kaynaklanıyordu. Çünkü binlerce mü’min gönülden taşan ulvî fetih iştiyâkı, artık o noktaya ulaşmıştı ki yağmur bulutlarının âzamî derecede işbâ hâline geldikten sonra mecbûrî bir sûrette boşalması gibi fethin, zuhur safhasına intikâli de zarûret olmuştu.

HZ. MUSA İLE İSTANBUL’UN FETHİ ARASINDA BİR BENZERLİK VAR MI?

Muhyiddin İbnü’l-Arabî Füsûsu’l-Hikem adlı eserinde şöyle buyurur:

“Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için rivâyete göre yetmiş bin mâsumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayatında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi Mûsâ’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zîrâ gâye o idi.

Nitekim İstanbul için her fetih hamlesi, müstakbel feth-i mübînin rûhâniyetini takviye etmiştir. Yâni Mûsâ -aleyhisselâm-’ın zuhûru ile İstanbul’un fethi arasında sanki bir kader benzerliği vardır.

Bir diğer husus da, Allâh’ın bir kula takdîr buyurduğu şerefli bir hizmetin, zâhirde mümkün olabilmesi için o kula önce liyâkat ihsan buyurması gerekir. İşte bir de bu yönden bakılınca, Fâtih’in şahsiyetindeki zâhirî ve bâtınî kemâl de bu fethin gerçekleşme sebeplerinden biri olarak açıkça görülmektedir. Bu kemâl ve liyâkat, Fâtih’in bütün fiil ve harekâtında müşâhede olunduğu gibi, onun sayısız vakıflarının vakfiyelerinde de görülür. İşte bunlardan biri:

FÂTİH VAKFİYESİ

“Ben ki İstanbul Fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihî alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâin ve malûmu’l-hudûd olan 136 bâb dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:

“Bu gayr-i menkulâtımdan elde olunacak nemâlarla, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim.

Bunlar ki ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20’şer akçe alsınlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tâyin ve nasbeyledim.

Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâ-istisnâ her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifâsı, ya da mümkün ise şifâyâb edeler. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Dâru’l-Aceze’ye kaldırarak orada salâh bulduralar!

Maâzallâh herhangi bir gıdâ maddesi buhrânı da vâkî olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum 100 silâh, ehl-i erbâba verile! Bunlar ki hayvânât-ı vahşiyyenin yumurta veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdâsız bırakmayalar.

Ayrıca külliyemde binâ ve inşâ eylediğim imârethânede şehîd ve şühedânın harîmleri ve Medîne- i İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihî kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle!..”

ECDADDAN BEŞYÜZ YIL ÖNCE “ÇEVRE KİRLENMESİ” HASSASİYETİ

Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edep ölçüleri ile kâideler koyuyor. Zamanında çok nâdir olan “yere tükürmek” gibi hoş olmayan fiillere karşı tedbir alıyor. Hastaların av etiyle beslenip sıhhat bulmalarını emrederken, diğer taraftan da tabiattaki “ekolojik denge”yi muhâfaza için avlanmayı, yumurta ve yavru mevsiminde yasaklıyor. Ümmete olan şefkat ve merhametinin yanında, hayvanların da hukûkunu koruyor.

Bugün dünyânın geleceğini karartan “çevre kirlenmesi” ve “ekolojik denge”nin beşyüz küsur yıl evvel göz önüne alınması, son derece câlib-i dikkattir.

Şehîd âilelerine kapalı kaplar içinde ve karanlıkta yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda kâ’bına varılmaz bir ideal ve vefâ örneğidir. Gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edep tâlimidir.

İMAN, EDEPTİR

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-:

“«Îman nedir?» diye aklıma sordum. Aklım kalbimin kulağına eğilip; «Îman edepten ibârettir…» diye fısıldadı…” buyurmaktadır.

Bütün bunlar, rûhî olgunluğun ve İslâm şahsiyetinin ümmete yansıyan parıltılarıdır. İslâm’ın mahlûkâta ve insana bakış tarzının hassas, ince ve zarif örnekleridir. Bütün insanlığa bir istikâmet mîrâsıdır. Bugünün insanının kaybedip de bir türlü elde edemediği büyük hasletlerdir.

Şimdi bize ne oldu? Özbenliğimizi kaybettik! Onu aramanın çırpınışları içinde bocalıyoruz!..

Üstad Necip Fâzıl merhûm, “Ata Senfoni” isimli eserini şu cümlelerle noktalamaktadır. Biz de onunla bitirelim:

Yıllar süren bir ayrılıktan sonra köyüne dönen bir mücâhid, orayı ıssız ve harap bir hâlde bulur. Rastladığı bir ihtiyara hayretle sorar:

–Baba, bu köy böyle harap ve ıssız değildi. Çok güzel insanlar ve çok güzel atlar vardı. Onlar ne oldu?

İhtiyar cevap verir:

–Evlât, bütün o güzel insanlar, o güzel atlara bindiler ve gittiler! Bir daha hiçbiri geriye gelmedi!..

İlâhî! Evlâd-ı fâtihânı, onların hâmîsi olan Hak dostlarından mahrûm eyleme!..

Âmîn!..

KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, Bir Testi Su, Erkam Yayınları, 2009, İstanbul islamveihsan web sayfası

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.