Eskiler Bilir

0
1085
Eskiler Bilir
Eskiler Bilir

Bir soru… Ömrümüzün geçmiş her Ramazan’ında ve her yeni Ramazan’da da duyacağımız, eskimeyen
kadim bir soru… “Nerede o eski Ramazanlar?” Dedelerimiz, nenelerimiz yıllardır bu suali yöneltip
durdu, biz toy ve cahil nesillere… İşte bizlerde dilimiz döndüğünce, Allah-u Teâlâ kelimelerimize tesir
verdiğince, bu suale yanıt vermeye çalışacağız.
Ramazan ayı, Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden beraattır.[Beyhaki, Şuabu’l-
İman, 5/223] Osmanlı bu Hadis-i Şerif’i bir yaşam felsefesi haline getirmiş ve;
“Başı rahmettir ki; Merhametli, cömert ve yardım sever olmak icab eder. Ortası mağfirettir ki; Gün
boyu rıza-i lillah (Allah rızası için) oruç tutan müminlere iftar ettirmek, onların hayır duasına ortak
olmak lazımdır. Sonu cehennemden azattır ki; Bu ay Allah-u Teâlâ’nın ayıdır. Diğer aylardan daha fazla
ibadete gayret göstermek ve günahlara tövbe etmek gerekir.” diyerek işe koyulmuştur.

BAŞI RAHMET!

Osmanlı’da Ramazan hazırlıkları Şaban ayının 15’inde Surre-i Humâyûn Alayı’nın, Mekke ve
Medine’ye yardım ve hediyeler götürmesi için uğurlanmasından sonra başlardı. Akabinde zekatın
farziyeti yerine getirilir, sadakalar verilir, fakir kimselere erzak yardımları yapılırdı. Bunun başlıca nedeni
ise fakirlerinde Ramazan ayı için hazırlanması, bütçesince alışverişini yapması veya diğer ihtiyaçlarını
karşılaması içindi.
Şaban Ayı “Artık bana müsaade! Yavaş yavaş kalkalım!” derken, günler Ramazan ayına 2-3 kalayı
gösterirken, her evde kıpırdanmalar ve tedarikler daha da ateşlenirdi. Halk arasında bu hazırlık “Ramazan
Tedariki, Ramazanlık veya Ramazaniyelik” olarak nitelendirilirdi. Ramazanlıkların önemli yanı da en az
bir ay yetecek ölçüde hazırlanması ya da satın alınmasıydı. İnsanlar imkânları nispetinde pastırma, sucuk,
kavurma vb. et mamulleri, zeytin, peynir, yağ, turşu türleri, reçel, pestil ve marmelat çeşitleri, vişne,
zerdali, erik vb. hoşaflıklar, şerbetlik şekerler, şuruplar ve güllaçlar alınırdı. Patlıcan, dolmalık biber,
kırmızıbiber kurutmaları, başta tarhana olmak üzere çorbalıklar, bulgur, pirinç, erişte vb. makarnalar,
domates ve biber salçaları, kuru yufkalar vb. ekmek çeşitleri hazırlanırdı. Hanedeki sahan, tencere, sini
gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı.
Kübera taifesi (Zengin veya üst rütbeli kinseler) Ramazan’dan istifade, yeni elbiseler ve seccadeler alır,
hanımlarına ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hatta bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Zarif
kahve zarf ve fincanları, su bardakları, kıymetli kaşıklar alınır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı
düdüklü kaşıklar tedarik edilirdi.
Çarşı pazarlarda bakkallar, demet demet renkli bağlara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar
ve her türlü erzaklarını teşhir ederdi. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenirdi.
Şekerci dükkanlarında türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkan hurma, envai şerbetlik
ve çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerlerle tezyin edilirdi (süslenirdi). Cami kapılarının dışında tablalarda
çeşit çeşit simitler, çörekler ve Ramazan pideleri yerlerini alırdı. Bütün mahallelerdeki kahvehaneler
silinir, camları temizlenir, Karagöz-Hacivat, kukla, Meddah, orta oyunu gibi sanatların icrası için
Dersaadet’in kalabalık yerlerindeki büyük kahveleri kiralarlardı.
Ramazan Ayı’nın en önemli meselelerinden bir tanesi de Ramazan hilalinin rü’yetiydi (Görülmesiydi).
Bu meseleyle de İstanbul Kadılığı meşgul olurdu. Hilalin görüleceği vakit, akşam ezanı okunduktan 3 dk
sonra kadının görevlendirdiği 2 kişi, camii hizmetinde bulunan bir kişi ile beraber minareye çıkar ve dört
gözle hilali gözlerdi. (O zaman da Ramazan Hilali, hesaplamalarla ve makinalarla da bulunabiliyordu.
Ancak Osmanlı buna güvenmemiş, gözle görülmesini daha evla ve daha güvenli bulmuştur. İstanbul’da
güçlük çekmeden hilalin görülmesi mümkün olan yerler Bayezid Yangın Kulesi, Süleymaniye, Fatih,
Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapısı Camii minareleridir.) Hilalin rü’yetinin akabinde görevliler
aşağı iner ve İstanbul Kadılığı’nda bulunan heyete durumu arz eder. Binaenaleyh heyet sanki bir davalı ve
davacı varmış gibi iki kişi içeri çağırır ve bir dava tasviri teşekkül ederdi. Biri diğerinden Ramazan
hilalinin rü’yeti vuku bulduğunda vereceği 150 kuruş borcunu ister, Kadı da “Bunun isbatı için şahit
gösterin” der ve 2 tane şahit huzura alınırdı. Şahitler “Bu akşam ezanın ahirinde minareden mübarek
hilali re’ye’l-ayn (Kendi gözümüzle) gördük. Bu gece Ramazan gecesi olduğuna şehadet ederiz” derlerdi.
Şahitlerin sorgusuna çok itina edilir ve hilalin vaziyetini iyice sorarlardı. Bu muhakeme esnasında
fetvahanenin büyük kapısı usulen kapanır. Muhakeme bitip de ilamı (kararı) hazır oluncaya kadar
Ramazan’ın başlayıp başlamadığı hakkında harice hiçbir şey sızdırılmaz, mahkeme alınan kararı sicil
defterine kaydeder ve Şeyhülislamlık makamına mühür vurulması için arz ederdi. Kadı Efendi tarafından
mühürlendikten sonra kapının açılmasına müsaade edilir ve haberi getiren memura devlet tarafından 150
kuruş ödenirdi. Süleymaniye Camii Mahyacıbaşı da elinde tahta kutu içinde duran kandiliyle dairenin
binek taşından, Süleymaniye Camii minaresinde bakmakta olan kandilcilere işaret verir, bundan da diğer
minareler görerek kandilleri yakarlardı. Mahalle aralarında bekçilerin davulları gümbürdemeye başlar ve
ertesi günün Ramazan olacağı halka ilan edilirdi. Davulcuların peşlerine takılan her boydan çocuk:
“Ramazan geldi, hoş geldi!” çığlıklarıyla etrafı çınlatırdı. Bunu duyan ev hanımları mutfağa koşar, ilk
sahur hazırlıklarına koyulurdu.
Ramazan’ın ilk gecesindeki sahur yemeği çok önemliydi. Çocukların bile bu manevi havadan tat
almaları için, Ramazan davuluna eşlik eden manilerle tatlı uykularından uyandırılır ve sahura kaldırılırdı.
Her aile mali gücüne göre sahuru ifa ederdi. Kadınlar gece hamur yoğurur, gözlemeleri, börekleri,
çörekleri sofraya taze taze getirirlerdi. Kaşar peyniri, söğüşlenmiş (Didiklenmiş/Parçalanmış) gerdan ve
dil denilen peynirler, etli bir sebze yemeği, akşamdan kalan pilav ya da makarna, bir kase yoğurt, ayran
veya kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaf sofraya konurdu. (Son zamanlarda hoşafın yerini çay
almıştır) Sahur yapıldıktan sonra ağzını çalkalayıp niyet etmeden evvel bir kase hoşaf daha içilir
“Yarabbi sana şükürler olsun.” diye hamd edilir ve oruca niyet edilirdi. Sahurdan sabah namazına kadar
hatim edilir ve namazın akabinde öğleye kadar yatılırdı. İlk defa oruç tutacak çocuklara hediyeler verilir
ya da çocukların oruçları büyükler tarafından satın alınarak oruca teşvik edilirdi. İftardan sonra ise içi
şekerleme dolu bir çuval, ufaklığın başından aşağı boşaltılırdı.
Fakir, kimsesiz, elden ayaktan düşkün, camii odalarında yatıp kalkan bekarlara, mahallenin hali vakti
yerinde olanları, önceden aralarında anlaşırlar ve mahalle bekçisini para ile tutarak, her akşam başka bir
evden, bir tepsi iftarlıkla bir tas çorba, iki sahan yemek gönderirlerdi. Sahur yemeğini davula çıkan bekçi,
dönüşte sıra hangi evde ise uğrar, erzakları alır, ertesi gün ise boş kapları getirirdi.
Büyük konaklar sahurda kapılarını ardına kadar açar, fakir kimseler konaklara gelerek ve sahur yapardı.
Ancak gelen fakirlerin çoğu İstanbul’un uzak semtlerinde oturdukları için sahur yemeğini konakta yemez,
matbaha (mutfağa) gider, arkasında taşıdığı zembilindeki kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup
dönerlerdi. Yakında oturanlar ise sahura kalırdı. Sahur yemeği suyu alınmış söğüş et veya ızgara köftesi
ve donmuş paça, hususi simitten yapılmış makarna, hafif tatlılardan sütlaç, muhallebi, ayva veya elma
tatlısı, hoşaf ve münasip meyvelerden ibaret olurdu.
Ramazan günlerinde çoğunlukla kılık kıyafet değiştirmiş zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalara gider,
bakkal, manav dükkanlarına girerler, tenha zamanları seçerek zimem defterini isterdi. Defteri aldıktan
sonra “Silin borçlarını… Allah kabul etsin!” der, çeker giderdi. Ne borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim
olduğunu; Ne de borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
Ramazan ayının ilk gününden başlayarak toplam sekiz veya on derste sona ermek üzere, şeyhülislam
tarafından ulemadan belli sayıda seçilerek günlere paylaştırılan, en liyakatli alimin bir ayeti tefsir
etmesiyle başlayan dersler yapılırdı. Padişahın huzurunda okunduğu için bu derslere “Huzur Dersleri”
denirdi. Tefsir eden alime “Mukarrir” dinleyen diğer alimlere ise “Muhatap” denirdi. Mukarrir ve
muhataplar arasında ilmi serbestlik içerisinde soru ve cevaplarla dolu zengin dersler geçerdi. Huzur
derslerinin yapılacağı yeri padişah belirler ve dinleyici olarak gelenlerde padişahın kontrolünden
geçtikten sonra belirlenirdi. Huzur-u Hümayun Dersleri saray salonlarından birinde, öğle ile ikindi
arasında gerçekleşirdi. İlk huzur dersleri Osman Gazi zamanında başlamış, Murad Hüdavendigar’ın
tertibiyle resmileştirilmişti.
Ramazanın beşinci günü Şeyhülislam Efendi, altıncı günü Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, yirminci
günü Yeniçeri Ağası ve mühim ocak ağalarına Sadrazam Efendi tarafından iftar verilirdi. Özellikle
yeniçeri askerine baklava ve sair tatlılar ikram edilirdi.

ORTASI MAĞFİRET!

Padişahlar ve devlet erkanı Ramazanın on beşinci günü kutsal emanetleri, bilhassa Hırka-i Saadet’i
ziyaret ederlerdi. Bu adetin hemen ardından saraya birçok aşçı, soğanlı yumurta ikram etmek için gelirdi.
Her bir soğanlı yumurtayı tek tek tadan sultan ve aile efradı, aşçıların ustalıklarını lezzet testine tabi
tutardı. En beğenilen soğanlı yumurtanın aşçısı Ramazan ayı boyunca sultanın yemeklerini pişirmeye hak
kazandırılarak ödüllendirilirdi.
Ramazan akşamlarının iftar ziyafetleri iki sofradan oluşurdu. İlk sofra iftariyelik denilen kahvaltılardan
oluşurdu. Çeşitli reçeller, peynir, zeytin, sucuk, pastırma gibi çerezler, ufak tabaklarla sofranın ortasına,
mevsimin çeşitli meyveleri ve salatalarda tabaklar içinde, sofranı etrafına konulur ve zemzem fincanları,
Medine hurmasıyla sofra tamamlanırdı. Ezandan hemen sonra iftariyelik ile oruç açılır ve akşam namazı
için camiye gidilirdi. Böylelikle mideye hemen yüklenilmez ve hazım sorunu çekilmezdi. Namazın
akabinde iftariyelikler kaldırılır ve ikinci sofra hazırlanırdı. Yatsı namazına kadar azar azar yemek yenir,
ardından da mutlaka hoşaf içilirdi. Yemek bitiminde kahveler gelir, hikayeler, anılar anlatılır ve koyu
sohbetler edilirdi. Bu sohbetler yatsı ve teravih namazı ile bölünse de sahura kadar sürer, kimse
uyumazdı. Bazı kesim ise namazdan sonra evine gitmek yerine, seyir zevkine göre eğlencelere giderdi.
Kimisi mahya seyrederdi, (Gerçekten de bu, zevkine doyum olmaz bir seyirdi. İlk günlerde “Merhaba”,
“Hoş geldin”, derken ayetler, hadisler. On beşinden sonra resim başlardı. Gül, karanfil lale… Yirmi
yedinci gece ve bazı camilerde bayram gecesi, minareye kaftan giydirilir, arife gecesi ya “El-firak” ya
“El-veda” yazardı.) kimisi de Karagöz’e, orta oyununa, meddaha veya o zamanın modern sanatı sayılan
kuklaya giderlerdi.
Büyük konaklarda ise büyük iftar sofraları kurulur, konağın kapıları ardına kadar açılır ve davetli
davetsiz herkes içeri buyur edilirdi. Sofralarda önce iftariyelik, sonra çorba, et, sebze, börek, pilav, sütlaç,
muhallebi, baklava yahut bir hamur tatlısı yahut da güllaç olurdu. (Bazı konaklarda öylesine iftarlar
olurdu ki yemeklerin ardı arkası bir türlü kesilmezdi. Misafirler “Yarabbi! Ya midemi geniştir (genişlet),
ya Nail’imi yetiştir (Bitirmemi nasip eyle)” diye dua ederdi.) Oruçlar açılır, misafirler bir güzel
doyurulur, muhabbetler edilir ve misafirler gitmek için müsaade istediklerinde, konağın sahibi kadife
keseler içinde; gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, gümüş yüzükler gibi hediyeler verirdi. Ziyafet sonrası
verilen bu hediyeye “Diş Kirası” denir ve “Zahmet edip gelerek bizlerin sevap kazanmasına vesile
oldun!” veya “Burada yemek yiyerek dişini eskittin! Buda dişinin kirası!” anlamına gelirdi.
Osmanlı’da bu kadar güzel sofralar olurda oburlar olmaz mı? Meşhur oburlardan Baba Yaver yeme ve
içme hususunda unutulacak insanlardan değildi. Bir ramazan gecesi mühim bir yerde iftarda bakın neler
yemiş ve içmiş:
“Üç türlü orta kâse çorba, On kişilik bir sofraya getirilen pastırmalı yumurtanın üçte ikisi, sırt sırta
verilmiş iki hindinin keza üçte ikisi, bir kayık sahan emir dolma, bir sahan kuşbaşı kebap, bir mertebâni
tabak sakız muhallebesi, bir okka küçük bir tepsi baklava, kefendi, üzümlü, fıstıklı, havuçlu, biberli bir
ufak lenger buhara pilavı yemiş ve bir ibrik kayısı kompostosu içmiş.”
Nihayet dudakları morarır, gık diyemeyecek bir hale gelir ve oturduğu yerden kalkmayarak uyuklamaya
başlar. O esnada ev sahibi “Galiba patlayacak” vehmiyle Baba Yaver’i yavaşça dürterek:
-“Baba, baba! Sana karbonat vereyim mi?” diye uyarınca:
-“Onları istemem evlat! Biraz kızarmış ekmekle bir dilim kaşar peyniri getirsinler. Yediklerimi
hazmettirir”
Birde muzipler olurdu o devirde. Bir kalem mirinin maiyetinde (Emrinde) bulunanlar “Bizim şefe bir
akşam habersiz iftara gidelim, bakalım ne yapacak?” diye karar vermişler. Topa beş dakika kala evine
varmışlar. Adamcağız şaşırmış “Buyurun” demiş. Ama belli etmemiş. Doğru karısına koşmuş ve
–“Hanım hal-i keyfiyet böyle” demiş. Hanım:
–“Aaa! Efendim sen üzülme, top patlayınca “Adetimiz böyledir evvela namaz kılarız!” der, birinci rekatta
Yasin Suresi’ni, ikincisinde de Fetih Suresi’ni oku. Yalnız kapıyı aralık bırak pilavın yağını koyunca
sesinden anlar, namazı bitirir misafirleri buyur edersin!” demiş. Filhakika evcimen (ev işlerinde mahir)
kadının dediği gibi yapılmış ve davetsiz misafirler yemeğe geldiklerinde kendilerini doyuracak yemeği
görünce hayret etmişler.
Osmanlı iftarlarında ve sahurlarında bu kadar muazzam sofralar kurulurken ve birçok insan, şimdiki
nesle nazaran, çok yemek yerken, şöyle bir soru geliyor akıllarımıza “Bu kadar yeniyor ve içiliyor, niçin
kilo alınmıyor?” cevabı çok açık! O devirde şimdiki gibi arabalar yok, herkes yayan! Her yere yürüyerek
gidilirdi. Birde şu nokta parmak istiyoruz ki; Yemek bir anda yenilmez aralara namazlar girerdi. Akşam
Namazı, Evvâbin Namazı, Yatsı namazı, Teravih Namazı… Doğal olarakda yemekler kolay hazmedilir
ve eritilirdi.

SONU CEHENNEMDEN BERAAT!

Osmanlı, Ramazan ayında teravih için her camiye özel imamlar atardı. Bu imamlardan ayrı olarak:
Bilhassa Kur’an-ı Kerim’i güzel okuyan imamlar ve musikide behredar (Nitelikli) olan beş altı müezzin
seçilip, saray ve büyük konaklarda kılınacak teravihleri, yapılacak zikirleri ve okunacak ilahileri eda
etmesi için atanırdı. Teravih için her akşam halılar ve seccadeler serilir, beşli şamdanlar yakılıp, münasip
yerlere konardı. Şehzadeler ve sultanlar saraylarında ve bazı büyük dairelerinde haremle selamlık arasını
ayırmak için kafesler çekilir, bunun arkasına harem mensupları için seccadeler serilirdi. Müezzinler yatsı
vakti gelince çifte ezan okur, misafirler de ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlardı. Teravih
namazı eda edilir, Kur’anlar, dini sohbetler ve dahi sabah namazından evvel mukabele okunurdu.
Ramazan’ın son gecesi sokaklar ve camiler tenhalaşır, insanlar kendilerini tuhaf bir boşluk içinde
hissederlerdi. Bayram namazı yoğun bir biçimde yaşanan dini hayatın bir çeşit hatmesiydi. Aslında yeme,
içme ve sevinç günleri olan bayrama hüzünle girilirdi.

SUALE CEVAP

Ey gönlü mahzun dedelerimiz! İçiniz ferah olsun! Bir nesil gelecek ardımızdan… Asımın Nesli! Ne
dinen, ne örfen ne de aklen geçmişini aratacak! Aksine onların sancağını ufka taşıyacak bir nesil…
Ey omuzlarında geleceğin ağır yükü omuzlarına binmiş din kardeşim! Vakit, geçmişin engin tecrübesini
her dem önümüze bir basamak, sırtınızı yaslayacağımız bir destek görüp, istikbalimizin inşasında emin
adımlarla yürüme vaktidir. Dertlerimizin dertleriniz olması dileğiyle… Hayırlı Ramazanlar!

Günün sözü:
Mübarek Ramazan ayı kalbine önce bulut olsun yağmak için.
Sonra yağmur olsun ilahi sevgiyi yeşertmek için.

İlginizi Çekebilir: Misvak Kullanmanın İnanılmaz Faydaları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.