İstikbalimizin Güzel Olması İçin Ne Yapmalıyız?

0
1111
İstikbalimizin Güzel Olması İçin Ne Yapmalıyız?

İstikbalimizin Güzel Olması İçin Ne Yapmalıyız?

[quote bcolor=”#eeee22″]Dünya hayatında insanın istikbâline tesir edecek en mühim müessirler nelerdir?[/quote]

İnsan, bu dünyaya üç temel ihtiyaçla gelir. Bunlar gıdâ, ilim ve terbiye ihtiyacıdır.

BİRİNCİ İHTİYAÇ; GIDA İHTİYACI

İnsan, varlık âlemine adım attığı andan itibaren gıdâya muhtaçtır. Doğumundan evvel kordon vasıtasıyla annenin gıdâsıyla beslenir. Doğduktan sonra bir müddet anne sütüyle gıdâlanır. Daha sonra da her biri Cenâb-ı Hakk’ın birer lûtfu ve ihsanı olan çeşit çeşit gıdalarla, nimetlerle hayatiyetini devam ettirir.

Ancak unutmamalıdır ki; Bu beslenme ihtiyacı karşılanırken gıdaların helâl olması, insanın manevî istikameti için çok mühim bir vesiledir. Çünkü helâl olmayan, haram ve şüpheli şeylerle beslenen kişide ibadet şevki ve kulluk aşkı olmaz. Gönül hantallaşıp duygusuzlaşır. Temâyüller nefsânî arzulara göre şekillenir. Böylece İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.

Yani, kulun mânevî inkişâfında helâl gıdânın çok mühim bir rolü vardır. Zira Cenâb-ı Hak:

Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (el-Bakara, 168) buyurarak helâl, temiz ve nezih gıdâlar ile gıdâlanmamızı istemektedir.

Haram lokmanın, kalbimize menfî tesirleri hakkında Hak dostlarının pek çok ve mühim ikazları vardır. Mesela Hazret-i Mevlânâ bu hususta:

Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helal lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.” buyurmuş.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de bizleri şöyle ikaz etmiştir:

Haram yemek kalbi öldürür, helal yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Hâlık Teâlâ’ya rağbet ettirir.

ALDIĞIN GIDA NE KADAR HELALSE O KADAR DİNDARSIN

Bu gerçeklerden hareketle dinimiz, beşerî sistemlerden farklı olarak bizlere bir gıdâ rejimi telkin etmektedir.

Nitekim maddî olarak bizleri israf ve oburluktan sakındırırken, mânevî olarak da helâl ve harama dikkat etmemizi ve şüphelilerden uzak durmamızı emreder.

Bu sebeple denilmiştir ki:

Kişinin dindarlığı, gıdâsının helâlliği nisbetindedir.

Birgün Süfyân-ı Sevrî’nin yanına gelen bir kimse ona şöyle sorar:

–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?

Hazret, bu soru üzerine helâl lokmaya dikkat çekerek ona şu cevabı verir:

–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Gerçi ön safta namaz kılmanın fazîleti daha çoktur. Lâkin kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.

BU İKİ HUSUS KARAKTERİMİZİ ETKİLİYOR

İnsanın karakteri üzerinde iki büyük müessir vardır. Bunlar:

1. Muhabbet beslediği kimselerin mânevî durumu.

2. Aldığı gıdânın helâllik derecesi.

Muhabbet beslediğin kimse, yanlış yolda ise seni de yanlışa sevk eder. Şayet istikâmet üzere ise seni de istikâmet üzere olmaya yönlendirir. Aynen bunun gibi helal lokma, insanı istikâmet üzere yönlendirirken haram lokma da insanı Hak’tan uzaklaştırır.

Bu sebeple gönlümüze, lâyık olmayan kişilerin muhabbetini koymamakta göstereceğimiz dikkati; vücudumuza haram bir lokmanın girmemesi hususunda da göstermeli ve Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde ilticâ etmeliyiz:

Yâ Rabbî, bana şüphelilerden ve haramlardan kaçınmayı lûtfet. Yâ Rabbî, sevdiğini bana sevdir ve beni sevmediğinden uzaklaştır, kalbimi koru!

Bir hadîs-i şerifte, helâl rızık arayışı içinde olan kimse hakkında şöyle buyrulmuştur:

Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 65) Nitekim:

Kıyâmette ilk sorulacak sorulardan birisi: «Nereden kazandın ve nereye harcadın?» olacaktır.”

İKİNCİ İHTİYAÇ; İLİM İHTİYACI

İnsan, öğrenme ihtiyacıyla dünyaya gelir. Diğer mahlûkat ise ilâhî imtihana tâbî olmadıkları için, Cenâb-ı Hakk’ın onların fıtratlarına kodladığı sevk-i tabiîler istikâmetinde hareket ederler; dünyadaki fonksiyonlarına göre hayatlarını yaşayıp giderler. Fakat insan öyle değildir.

İnsan, doğup gelişmeye başladığı zaman önce eşyayı tanımaya çalışır. Gördüğü her şeyi takibe alır ve onların hareketlerini dikkatle seyreder. Biraz daha büyüyünce anne-babaya soru sorma ihtiyacı başlar. Beden ve zihin geliştikçe de bilgilerini artırmaya gayret eder. Bilhassa bu dönemde, kişiye maddî bilgileri mâneviyatla mezcederek vermek zarûrîdir. Zira mânevî bilgilerle donatılan ve vicdânî duygularla yetiştirilen fertler, huzurlu bir toplum meydana getirir. Bunun aksine, menfaatperest bilgiler ve sapık felsefelerle doldurulup ilâhî hakîkatlerden mahrum bırakılmış fertlerin oluşturduğu bir toplumda ise sosyal fâciâların önü alınamaz.

Maalesef bugün zâhirî bilgiye çok ehemmiyet verilerek;

Aman yüksek tahsil alınsın, doktora yapılsın, birtakım ilmî ve akademik kariyerler elde edilsin.” denilmekte ve mânevî tahsil göz ardı edilmektedir. Bundan dolayı da öğrenilen o bilgiler âdeta kalbe saplanan bir diken olmaktadır.

FAYDA VERMEYEN İLİMDEN SAKIN

Nitekim madde ve mânâ dengesini gözetmeden, sırf zâhirî bilgilerle verilen bir ilim tahsili, tıpkı tek kanadı kırık bir kuşun, aç bir kediye lokma olması gibi, büyük bir insan israfını da beraberinde getirmektedir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, gönüllerde Tâzîmli-emrillah, yani Allâh’ın emirlerini hürmet ve ihtiram içinde yerine getirmek ve Şefkat alâ halkillah, yani yaratılanlara Yaratan’dan ötürü şefkat ve merhamet göstermeyi temin etmeyen bir ilim için “fayda vermeyen ilim” buyurmuş ve ondan Allâh’a sığınmıştır. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Meselâ hukuk tahsili gören biri, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde, âdeta zâlim bir cellât olabilmekte. Tıbbı bitiren bir doktor, şifâ tevzî edeceği yerde insanların sağlıkları üzerinden haksız kazanç sağlayan bir insan kasabına dönüşebilmekte; bir organ tâciri olabilmekte. Bu misalleri her sahaya teşmil etmek mümkündür. Bu sebeple bilhassa ilim yoluna girenler için takvâ, yani Allah korkusu zarurîdir.

BÜTÜN İLİMLER ALLAH’A GÖTÜREN BİR VASITADIR FAKAT..

Unutulmamalıdır ki, bütün ilimler, nefsânî arzularını dizginleyerek rûhânî istîdatlarını inkişaf ettirmiş bir kimse için, Allâh’a götüren en güzel bir vasıtadır. Çünkü bütün ilimlerin menbaı, Cenâb-ı Hak’tır. Eğer ilimler kulu Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kulluğa götüremiyorsa, o ilim, kulun yalnız ziyânını artırır.

İlim, dünya ve âhirete ait olmak üzere iki kısımdır. Mâneviyattan uzak, dünyevî bilgiler, kişiyle beraber mezar kenarına kadar gider, lâkin oradan sonrasına geçemez. Mâneviyatla mezcedilmiş bilgiler ise ebedî bir saâdet kandili olur.

Sonsuz ilâhî hakîkatler karşısında dünyalık cılız bilgileriyle övünüp, mücadeleye girenler hiç düşünmüyorlar mı ki, ilimlerin temelini teşkil eden akıllar da Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmıştır. Fikirlerin parıltıları, Allah -Celle Celalühu-’nun iradesiyle meydana gelmiştir.

İlmin nihâî gâyesi, mârifetullah’tır. Yani bizi yoktan var eden Allâh’ı kalben tanımak ve bilmektir. Mârifetullâh’ın refâkat etmediği nefesler, ölüm ötesi istikbâldeki felâketlerin ayak sesleridir.

GERÇEK BİLGİ O’NU BİLMEKTİR

İnsanın gerçek servet ve saadeti, Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetidir. Rabbine muhabbet eden O’nu bilir ve O’na kulluk eder. Hak katında makbûl olan bilmek, öncelikle dünyaya geliş ve gidişin sırrını kavramaktır. Bilmek, ihtiyaca cevap vereni bulmaktır. İnsanın asıl ihtiyacı ise, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere “müslüman olarak can verebilmek” (Âl-i İmrân, 102.)tir.

Bunun içindir ki gerçek mânâda bilen, mahlûkâtın ve mülkün gerçek sahibini tanır; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı engin bir şefkat ve merhamet kucağı olur.

Bilen, dâimâ Rabbinin rızâsını ve yakınlığını arar, onun için Allah yolunda fedâkârlık bir lezzet hâline gelir.

Bilen, “nefsin esâreti”nden kurtulmak için rûhânî bir hayat yaşama gayreti içinde bulunur.

Bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında hiçliğini idrâk eder. Bilen, aslında bilmediğini bilir.

Bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a aklen ve kalben intikâl eder.

ÜÇÜNCÜ İHTİYAÇ; TERBİYE İHTİYACI

İnsan, terbiye edilmeye muhtaç olarak dünyaya gelir. Çünkü insan dâimâ; ahsen-i takvîm (en güzel yaratılış ve yüksek istîdat) ile esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) arasında bir mevkîdedir. Yani kendisini meleklerden üstün bir yüceliğe ulaştıracak kâbiliyet ve istîdatlar da fıtratında meknuzdur, hayvanlardan daha şaşkın bir süfliyâta düşürecek zaaflar da…

HER DOĞAN ÇOCUK İSLAM FITRATI İLE DOĞAR

Bu sebeple Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz:

Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar. Daha sonra ana-babası onu (inançlarına göre) ya hristiyan, ya yahudî ya da mecûsî yapar.” buyurmuştur. (Buhârî, Cenâiz, 92; Müslim, Kader, 22)

Akıl keskin bir bıçak gibidir; ekmek de keser, damar da. Dolayısıyla onun hakka ve hayra yönlendirilmesi, ancak vahyin muhtevâsında nebevî bir terbiyeden geçmesiyle mümkündür.

Bu terbiyeden uzak kalarak kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellîlerine âmâ kesilen, “dünyaya gelenin, nereden ve niçin geldiğini; dünyadan gidenin de neden ve nereye gittiğini” bilmeyen, beşikten teneşire… nihâyet kabir âlemindeki meçhullere… bir hazan yaprağı misâli şuursuzca savrulan bir insanın durumu ne hazindir!..

Allâh’ın huzurunda eğilme ihtiyacını duymayan bir kalbin kıymeti ve insanlık şerefi ne olabilir?

PEYGAMBERDEN SONRA TAKİP EDİLECEK EN SELAMETLİ YOL

Unutmamalı ki fânî günlerin hayat notları, ebediyet mahkemesinin adlî dosyalarıdır. Meçhullerle çevrilmiş hayat yolcusunun huzur ve saâdet kapısı, ancak nebevî terbiyeden nasip alabilmekle açılabilir.

Bu gerçek dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu imtihan dünyasında kullarına, nefsin handikapları içinde kaybolmayıp, ömrü en güzel ve bereketli bir sûrette geçirmek için en büyük terbiyeciler olarak peygamberleri ikram ve ihsân etmiştir.

Peygamberlerden sonra takip edilecek en selâmetli yol da, Hak dostlarının yoludur. Zira Hak dostları, zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, mânevî terbiye ile kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yine onlar, nebevî ahlâkın fiilî ve müşahhas numûneleridir.

GÜZEL BİR İSTİKBAL İÇİN BUNLAR GEREKLİ

Kalbin menfî tesirlerden muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması için, rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve âriflerle ünsiyet zarûrîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj olması gibidir. Fazîlet ve gayret ehli sâlih zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusun dan uyanmak, her insan için büyük bir ihtiyaçtır.

Velhâsıl, insanın ilâhî hakîkatler çerçevesinde güzel bir istikbâl için maddî ve mânevî yapısını terakkî ettirmesi lâzımdır. Bunun için de yediği gıdânın helâliyetine, öğrendiği ilmin kendisine faydalı olmasına ve güzel bir terbiye için sâlihlerle berâber bulunmaya dikkat etmesi zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak, bizleri bütün nîmetlerin kadr u kıymetini lâyıkıyla bilip, ömrünü rızâ-yı ilâhîye muvâfık amellerle en verimli bir şekilde kullanabilen kullarından eylesin!

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları islamveihsan.com

İlginizi Çekebilir : Eskiler Bilir

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.