Mâlik bin Sinan (r.a.)

0
1040

Hayat yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı. Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak bir parça ekmek temininde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar dayanılmaz bir hâldi… Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey bulamamıştı.

Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar kimseden bir şey istememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından, iffetinden taviz veremiyordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin edemiyor, kendisini zengin sanıyorlardı.

Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilmeyen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler…”[1]

Yüce Mevla, Kelamı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.

O gün Mescidi Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:

“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a baksın.”

Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medine’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman safına katılan, barışta ve cihadta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Hanımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihad meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.

Uhud cihadı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi… Mâlik bin Sinan, cihad aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldeydi, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusundaydı. Fikrini şöyle açıkladı:

“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlardan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği nasip eder… Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynıdır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”

Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid elHudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescidi Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir cihadı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşının küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.

13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce cihadeğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ısrarlıydı. Resûlullah’ın huzuruna geldi, yalvardı yakardı. cihad ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahraman ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul etti. Babaoğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.

Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygamber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine verilen talimata uymadıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberimizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Peygamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.

Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette görünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzündeki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar dayanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Resûlullah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti

Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:

“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”

Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]

Allah ondan razı olsun!

______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’lGàbe, 4: 281; elİsâbe, 3: 345346; Sîre, 3: 85.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.