Sa’d’ın Savaştan Önce Arkadaşlarından Bir Grubu Kendisini Dine Davet Etmek Üzere Kisrâ’ya Göndermesi

0
1024

– Rüstem, Kadisiye’ye 120.000 askerle geldi. Arkasında da 80.000 kişilik bir yedek kuvvet vardı.[1] Ayrıca orduda otuzüç tane de fil bulunuyordu. Bunların arasında eski Kisrâ’lardan Sâbûr’a ait bir fil de vardı ki bu diğerlerine oranla daha iri ve daha cesaretliydi. diğer bütün filler onu takip ederlerdi. Farslılar müslümanlara şöyle dediler:
‘Siz bize karşı koyamazsınız. Ne kuvvetiniz ve ne de silahınız buna yeter. Bu memlekete niçin geldiniz? Geri dönünüz!’ İslâm askerleri geri dönmeyeceklerini söylediler. Farslılar müslüman askerlerin ellerindeki oklara bakarak gülüyorlar ve onları iplik eğirme aletine benzeterek
‘Dük! Dük!’ diye alay ediyorlardı. Müslümanların geri dönmeyeceklerini anlayan İranlılar şöyle seslendiler: ‘İçinizden bize buralara kadar niçin geldiğinizi açıklayacak bir akıllınızı gönderiniz!’ Bu göreve Muğîre b. Şûbe tâlip oldu. O doğruca Rüstem’in yanına gitti. Tahtında oturmakta olan Rüstem’in yanına oturdu. Bunu gören İranlılar mırıldanmaya, bağırıp çağırmaya başladılar. Bunun üzerine Muğîre
‘Bu tahtın üzerine oturmak ne beni yüceltir, ne de kumandanınızı alçaltır’ dedi. Rüstem de
‘Muğîre doğru söylüyor’ dedi ve ‘Sizi buralara kadar getiren şey nedir?’ diye sordu. Muğîre buna şu cevabı verdi:
“Biz şer ve sapıklık içinde yüzen bir millettik. Allah bize bir Peygamber (s.a.v)  gönderdi ve onun vasıtasıyla bizi hidâyete erdirdi. Yine onun vasıtasıyla bizlere bol rızık verdi. Bu verilen rızıklar arasında bir tanesi vardır ki o sizin memleketinizde yetişmektedir. Biz bunun tadına vardık ve aile efradımıza da bundan yedirdik. Bunun üzerine ailelerimiz bizlere şöyle dediler:
‘Biz artık onsuz duramayız. Bizi bunların yetiştiği topraklara götürünüz ki bol bol yiyebilelim'[2] Rüstem
‘Bunda ısrar edecek olursanız sizi öldürürüz’ dedi. Muğîre de
‘Bizi öldürseniz bile biz cennete gideriz. Fakat biz sizi öldürecek olursak siz ateşe gidersiniz, geride kalanlarınız da bize haraç verir’ dedi. Mugîre’nin bu sözleri üzerine Fars askerleri mırıldanmaya, bağrışmaya başladılar ve
‘Bizimle sizin aranızda barış yapılmayacaktır!’ dediler. Muğîre de onlara
‘Siz mi nehri geçerek bizim tarafımıza gelmek istersiniz yoksa biz mi size gelelim?’ dedi. Rüstem de
‘Biz size gelelim’ dedi. Müslümanlar, onlar nehri geçinceye kadar beklediler. Sonra da hücum ederek onları perişan ettiler.[3]
– Kadisiye günü Muğîre b. Şûbe on kişiyle birlikte Fars kumandanına gönderildi. Muğîre b. Şûbe elbisesini kuvvetli bir şekilde bağladı, yanına da bir kalkan aldı. Kararlaştırılan yere vardılar; diğerleri de oraya geldi. Muğîre kendisi için yere bir kalkan koydurdu ve onun üzerine oturdu. Gelen Fars elçisi
‘Siz, ey Araplar! Ben sizin buraya geliş sebebinizi biliyorum. Siz memleketinde doyasıya yiyecek bulamayan bir topluluksunuz. Gelin size ihtiyacınız kadar yiyecek verelim. Biz ateşe tapan bir kavimiz. Topraklarımızı kirleteceğinizden dolayı sizi öldürmek hoşumuza gitmiyor’ dedi. Muğîre de cevap olarak şunları söyledi:
‘Allah’a yemin ederim ki bizi buraya getiren şey bu değildir. Evet, biz bir zamanlar taşlara, putlara tapan bir kavim idik. O sıralar taptığımız taştan daha güzelini bulduğumuzda elimizdekini atar, o bulduğumuz yeni taşa tapardık. Herhangi bir rabb da tanımazdık. Nihayet Allah bize içimizden bir Peygamber (s.a.v)  gönderdi. O bizi İslâm’a davet etti. Biz de ona tâbi olduk. Biz buraya yiyecek için gelmedik. Bize İslâm’ı terketmiş olan düşmanlarımızla savaşmak emri verildi. Tekrar ediyorum, biz yiyecek için gelmedik; aksine savaşçılarınızı öldürüp çoluk-çocuğunuzu esir almak için geldik. Yiyecek bulamadığımız hakkındaki sözlerine gelince; hayatımıza yemin ederim ki yaşayabilecek kadar yemek bulamadığımız zamanlar olmuştur. Hatta bazan su da bulamazdık. Topraklarınıza geldik; burada bol yiyecek ve su bulduk. Andolsun ki ikimizden birinin oluncaya kadar da bu toprakları terkedecek değiliz’. Elçi Farsça olarak
‘Doğru söyledi’ dedi. Sonra Muğîre’ye
‘Yarın senin gözün çıkartılacaktır’ dedi; fakat ertesi gün isabet eden bir ok kendi gözünü kör etti.[4]
– Sa’d b. Ebî Vakkas arkadaşlarından bir grubu savaştan önce Allah’a davet etmek üzere Kisrâ’ya gönderdi. Onlar Kisrâ’nın yanına girmek için izin istediler. Gereken izin verildi. Ora halkı da sokağa çıkmış, sahabelerin kılık kıyafetlerine bakıyorlardı. Onların abaları omuzlarında, kamçıları da ellerinde idi. Ayaklarında ise nalınlar vardı. Halk onların zayıf atlarına ve yürüyüşlerine bakıyorlar ve ‘Bu kişiler bizim bu kadar kalabalık ve silah bakımından gelişmiş ordularımızı nasıl mağlup edeceklerdir?’ diye düşünüyorlardı. Sahabeler Kisrâ Yezdecird’in huzuruna alındılar. Yezdecird edepsiz ve mağrur bir kişiydi. Sahabelere
‘Şu elbiselerinizin, abalarınızın, nalın ve kamçılarınızın isimleri nelerdir?’ diye sordu. Sahabeler cevap verdikçe o bunları kendi lehinde yorumluyordu. Fakat Allah Teâlâ onun başına bu yorumunun tam tersini getirdi. Daha sonra sahabelere şöyle dedi:
‘Sizi bu memlekete getiren şey nedir? Zannediyorum ki siz ülkemizin içinde bulunduğu karışıklıktan cesaret alıyorsunuz.[5] Bunun üzerine Numan b. Mukarrin, Yezdecird’e şu cevabı verdi:
‘Allah bize acıdı da içimizden bize iyilikleri gösterip hayır yapmayı emreden bir Peygamber (s.a.v)  gönderdi. O Peygamber (s.a.v)  bize şerri gösteriyor ve bizi ondan menediyordu. Bize kendisine uyduğumuz takdirde dünya ve âhiret mutluluğu va’detti. Onun bu dine davet ettiği kabilelerin her birisi iki gruba ayrıldı. Bir grubu ona yaklaşıyor, diğerleri ise ondan kaçıyorlârdı. İlk anda onun dinine girenlerin sayısı çok azdı. Bu durum Allah’ın dilediği bir zamana kadar devam etti. Nihayet Allah Teâlâ ona kendi dinine karşı çıkan Araplara karşı savaş açmasını emretti. O da bu emre uyarak Araplara savaş açtı. Arapların hepsi onun dinini kabul ettiler. Kimisi istemeyerek girdi, fakat sonunda kâr etti. Bu dini isteyerek kabul edenler ise iman bakımından artış kaydettiler. Biz hepimiz birbirimize düşman olduğumuz ve geçim sıkıntısı çektiğimiz bir sırada onun getirdiklerinin üstünlüğünü anladık. O bize komşularımız olan milletlere giderek onları insafa davet etmemizi emretti. İşte bunun içindir ki biz sizi dinimize davet ediyoruz. Bu din İslâm dinidir. O güzeli güzel, çirkini de çirkin göstermiştir. Eğer bu dini kabul etmezseniz iki şerden, daha az zararlı olanı seçiniz ki bu da cizyedir. Eğer cizye de vermeye yanaşmazsanız sizinle savaşırız. Bizim dinimize gelirseniz size onun, hükümleriyle hükmetmeniz şartıyla Allah’ın kitabını verir sizi kendi topraklarınızla başbaşa bırakarak ülkemize döneriz. Cizye verseniz de olur, biz onu da kabul ederiz ve bunun karşılığında sizi koruruz. Aksi takdirde sizinle savaşırız!’ Bunun üzerine Yezdecird şunları söyledi:
‘Bütün yeryüzünde sizden daha şakî, sayıca sizden daha az ve birbirini yiyen bir millet daha tanımıyorum. Öyle ki biz ordularımıza bile gerek görmeksizin, bizi şerrinizden korumaları için sınır köylerimizi görevlendirmiştik. Sakın ordularımıza karşı çıkabileceğinizi zannetmeyiniz. Şayet sayınız artmışsa bu sizi aldatmasın. Memleketinizde geçim sıkıntınız var da bu sıkıntı sebebiyle buralara kadar gelmişseniz sizi zengin edecek kadar yiyecek verelim ve ihtiyaçlarınızı da giderelim. İleri gelenlerinize ikramda bulunup, onları giydirelim. Başınıza size şefkatli davranacak bir de kral geçirelim!’ Yezdecird’in bu sözlerinden sonra sahabeler sustular, cevap vermediler. Sonunda Muğîre b. Şûbe ayağa kalkarak şöyle dedi:
‘Ey kral! Şu karşında duranlar Arapların başları ve ileri gelenleridir. Onlar eşraftır. Eşraflar birbirlerinden utanır ve kendi aralarında ikramda bulunurlar. Eşrafın haklarını ancak yine onlar gibi eşraf olanlar takdir edebilir. Onlar, kendilerine söylenen şeylerin hepsini sana söylemediler; her konuştuğunun cevabını da vermediler. Sana iyi davrandılar. Bu gibi insanlar için de zaten ancak iyi davranmak yakışır. Şimdi ben tebliğ edeyim de sen bana cevap ver. Onlar da şahidimiz olsun. Sen daha bizim hallerimizden birçoğunu bilmiyorsun. Biz öyle bir durumda idik ki ondan daha kötüsü olamaz. Açlığımız da o derece korkunçtu ki tasavvur bile edilemez. Biz o sıralar pislik toplayan böcekleri, akrep ve yılanları yiyor; bunlardan başka yiyecek olduğunu da bilmiyorduk. Evlerimize gelince, onlar yerin sırtındadır, yani topraktır. Biz sadece kendi develerimizin tüylerinden ördüklerimizi ve koyunlarımızın yünlerinden yaptıklarımızı giyiyorduk. Bizim o zamanki dinimiz bazılarımızın diğer bazılarımızı öldürmesinden veya bir kısmımızın diğerlerine saldırmasından ibaretti. Bir kısım insanlarımız kendi yiyeceklerine ortak olur korkusuyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyordu. İşte bizim eski halimiz bu söylediklerim gibiydi. Daha sonra Allah Teâlâ içimizden, soyunu sopunu tanıdığımız, kendisini çok iyi bildiğimiz bir kişiyi Peygamber (s.a.v)  olarak gönderdi. Bu kişi soy-sop, arazi ve hane bakımlarından hepimizden daha hayırlı idi. Aynı şekilde onun kabilesi, hal ve tavrı hepimizinkinden daha hayırlıydı. Kısacası o hepimizin en doğrusu ve en hayırlısıydı. Bizi bir dine davet etti. Ona ilk arkadaşından başka hiç birimiz icâbet etmedik. O arkadaşı ona yardımcı oldu ve kendisinden sonra da halife seçildi. O bize, biz de ona söyledik. O doğruladı, bizse yalanladık. O arttı, bizler eksildik. Sonunda o ne dediyse aynısı çıktı. Allah Teâlâ kalblerimize onu tasdik etmeyi ve ona tâbi olmayı ilham etti. O bizimle âlemlerin Rabb’i arasında elçi oldu. Biz ne söylemişse onun Allah sözü ve ne emretmişse onun da Allah emri olduğunu kabul ettik. O bize şöyle dedi: “Rabb’iniz şöyle buyuruyor: ‘Ben tek bir Allah’ım; benim ortağım yoktur. Henüz hiç birşeyin olmadığı zamanlarda ben vardım. Zâtım müstesna herşey helâk olacaktır. Herşeyi ben yarattım. Sonunda herşeyin dönüşü banadır. Size acıdığım için içinizden şu kişiyi (Hz. Muhammed’i) sizi ölümden sonraki azabımdan kurtarsın diye Peygamber (s.a.v)  olarak gönderdim. O sizin kurtuluşunuza ve barış yurdu (dârü’s-selâm) olan cennetime girişinize vesile olacaktır’. Biz onun söylediklerinin Allah Teâlâ katından getirildiğine şahitlik ederiz. Allah Teâlâ bize şunları emretmiştir: ‘Bu din üzerinde size tâbi olanlar için hakkınızda geçerli olanların hepsi aynen geçerlidir. Kim bu dine girmezse ona cizye, haraç vermesini teklif ediniz. Buna razı olurlarsa kendi nefislerinizi nelerden koruyorsanız onları da aynı şeylere karşı koruyacaksınız. Cizye vermeyenlere savaş açınız. Hakeminiz benim. Sizden kim öldürülürse, şehit olarak cennetime dâhil edeceğim; geride kalanlarınıza da düşmanlara karşı yardım edeceğim”. Muğire devamla şunları da söyledi: ‘Ey Yezdecird! Seçimini yap. İster en zelil bir halde cizye ver, istersen de kılıcı tercih et. Ya da müslüman ol, kendini kurtar!’ dedi. Yezdecird, Muğîre’ye dedi ki:
‘Bunları bana nasıl söyleyebiliyorsun?’ Muğîre de
‘Ben ancak benimle karşı karşıya gelen kişiyle konuşurum. Karşımda bir başkası bulunmuş olsaydı bu sözleri sana değil ona söylerdim’ dedi. Yezdecird
‘Eğer elçilerin öldürülmeyeceği kaidesi olmasaydı seni şimdi öldürürdüm. Size verilecek hiç bir şeyimiz yoktur’ dedi ve adamlarına emrederek ‘Bir torba toprak getiriniz ve bunların en şereflisine yükleyiniz. Onu sırtından atmaması için de şehirden çıkana kadar ona eşlik ediniz!’ dedi. Sonra sahabelere dönerek ‘Siz de, ey Araplar! Kumandanınıza gidiniz; ona benim Rüstem ve askerlerini onları Kadisiye hendeğine gömmek için göndereceğimi söyleyiniz. Rüstem hem ona hem de size gereken dersi verecektir. Ondan sonra da Rüstem’i memleketinize göndereceğim. O size Sâbûr’un[6] elinden çektiklerinizin çok daha fazlasını çektirecektir. Böylece siz kendi başınızın derdine düşeceksiniz’ dedi. Sonra Yezdecird ‘Sizin en şerefliniz kimdir?’ diye sordu. Sahabeler sustular. Nihayet Âsım b. Amr o toprağı taşımak için
‘Ben onların en şereflisi ve efendileriyim, o toprağı bana yükleyiniz’ dedi. Rüstem bunun doğru olup olmadığını sordu. Sahabeler
‘Evet!’ deyince toprağı Âsım’ın sırtına yüklediler. Âsım’ı saraydan çıkarıp devesinin bulunduğu yere götürdüler ve devesine bindirdiler. Kudeys kapısına arkadaşlarından önce ulaşan Âsım arkada kalan arkadaşlarına
‘Emire zafer müjdesini veriniz. Allah’ın izniyle biz muzaffer olacağız!’ diye bağırdıktan sonra devesini sürüp gitti. Kisrâ’nın kendisine yüklettiği o toprağı götürüp Arap topraklarına saçtı. (O zamanlar Araplar kendi topraklarına ‘el-Hacer= taş’, Fars topraklarına da ‘el-Meder= çamur’ diyorlardı). Sonra dönüp Sa’d’a geldi, huzuruna çıktı ve hadiseyi ona anlattı. Sonra da şöyle dedi:
‘Müjdeler olsun! Andolsun ki Allah Teâlâ bize bu toprakların anahtarlarını vermiştir!’ Sahabeler bu olayı Fars memleketinin ele geçirileceğine yorumladılar.[7]

[1] İbn Cerir’in Hüseyin b. Abdurrahman’dan rivayetine göre Ebu Vail şöyle demiştir: “Kadisiye günü Sa’d b. Ebi Vakkas şunları söyledi: “Bilmiyorum ama biz yedi-sekiz bin kişiden fazla değiliz; karşı tarafsa otuzbin kişidir”; Bidaye’nin (VII/38) Seyf’ten ve başkalarından rivayetine göre İranlılar 120.000 kişi idiler.
[2] Bunun buğday olması mümkündür. Ayrıca Muğire bunu, İranlılarla alay etmek için de söylemiş olabilir. Yoksa İslam askerlerinin bir gayesi vardır; o da İslam hidayetini yaymaktır.
[3] Bidaye VII/40; Hakim III/451 (Hüseyin b. Abdirrahman tarikiyle Ebu Vail’den. Ebu Vail ‘Ben Kadisiye’de bulundum…’ diyerek bu olayı anlatmıştır).
[4] Hakim III/451 (Muaviye b. Kurre’den; Taberani’nin de Muaviye’den bunun bir benzerini rivayet ettiğini söyler. Ayrıca şu geçen hadis’e, ‘Gariptir’ der).
[5] Yezdecird’den önce Fars ülkesi on sene karışıklıklar içinde kalmış; bu arada birçok kral ve kraliçe gelip geçmişti.
[6] Sabur, Arapların Zü’l-Ektaf adını taktıkları Fars kumandanıdır. Bu isim kendisine, yakaladığı Arapların kollarını kopardığı için verilmiştir.
[7] Bidaye VII/41 (Seyf’ten); Taberi IV/94 (Şuayb’dan; o Seyf’ten; Seyf Amr’dan, o da Şa’bi’den bunun bir benzerini).
Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, sf : 1/211-216.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.